
1950’lerin sonları ve 60’ların başları, sinema tarihinin en cesur ve sarsıcı dönemlerinden biriydi. Bu dönemde, Alfred Hitchcock’un “Psycho”su gibi filmler gerilim ve korku türünün yeni boyutlara ulaşmasını sağlamıştı. Ancak, tartışmalar yaratan, hatta kariyer bitiren yapımlar da vardı…
Peeping Tom (1960)
Bazı filmler vardır ki vizyona girdiklerinde kıymeti bilinmez, ancak yıllar sonra birer kült eser olarak hak ettikleri değeri görürler. İşte Michael Powell’ın yönettiği 1960 yapımı “Peeping Tom” da tam olarak böyle bir film. Vizyona girdiğinde büyük tepkiyle karşılanan, hatta Powell’ın kariyerini bitirme noktasına getiren bu film, bugün sinema tarihinin en önemli gerilim filmlerinden biri olarak kabul ediliyor. Alfred Hitchcock’un “Psycho”su ile aynı yıl çıkmasına rağmen o dönem için fazla cesur ve rahatsız edici bulunan bu yapım, ancak yıllar sonra yeniden değerlendirildiğinde gerçek anlamda bir başyapıt olarak kabul gördü.
Filmin yönetmeni Michael Powell, sinema dünyasında özellikle Emeric Pressburger ile yaptığı iş birlikleriyle tanınan bir isim. Ancak “Peeping Tom”, Powell’ın kendi başına yönettiği yapımlardan biri. Senaryosunu Leo Marks’ın yazdığı film, 101 dakikalık süresi boyunca izleyicisini bir psikolojik gerilim dünyasının içine çekiyor. Oyuncu kadrosunda Karlheinz Böhm, Moira Shearer, Anna Massey ve Maxine Audley gibi isimler yer alıyor.
Filmin Konusu ve Olay Örgüsü
Bir film düşün. Ana karakteriniz bir seri katil, ancak onu klasik “kötü adam” kalıbına sığdıramıyorsunuz. “Peeping Tom”, Mark Lewis (Karlheinz Böhm) adında sessiz, içine kapanık bir adamın hikayesini anlatıyor. Mark, görüntüleri kaydetmeye ve insan duygularını manipüle etmeye takıntılı bir fotoğrafçı ve kameraman. Aynı zamanda da bir katil. Ama onu diğer psikopatlardan ayıran bir şey var: Mark, kurbanlarını öldürdüğü anı kayda alıyor. Onların ölüm anlarındaki korkularını, en çıplak hallerinde görüntülemek istiyor.
Mark’ın bu saplantısının kökleri, çocukluğuna dayanıyor. Bilim insanı olan babası, ona çocukluğu boyunca korku deneyleri uygulamış. Uyurken ani flaşlar patlatmış, tüm hareketlerini kameraya kaydetmiş ve onu sürekli gözetleyerek korkunun etkilerini incelemiş. Mark’ın kameralara olan takıntısı ve şiddete eğilimi, böylece kökleşmiş.
Film boyunca, Mark’ın şehirde farklı kadınları hedef aldığını görürüz. Ancak, onu en fazla zorlayan kişi Helen ile olur. Helen, Mark’ın pansiyondaki güzel ve naif bir kadındır. Mark’ın karanlık tarafını bilmeksizin ona yaklaşır ve dostluk kurmaya çalışır. İşte bu ilişki, Mark’ın içindeki kötülükle yüzleşmesini tetikler.
Film ilerledikçe izleyici, Mark’a duyduğu korku ve empati arasında bocalar, onun gerçekten kötü biri mi yoksa sadece kaybolmuş biri mi olduğuna karar veremez.
Filmin Teması ve Sinematografik Dili
Michael Powell, “Peeping Tom” ile sinema tarihinin en rahatsız edici sorularından birini soruyor: “Birini gözetlemek ile film izlemek arasında bir benzerlik var mı?”
Mark’ın kurbanlarını kayda alması, aslında sinema sanatının bizzat kendisine bir gönderme. Seyirci olarak bizler de Mark’ın yaptığını yapmıyor muyuz? Bir karakterin acı çekmesini izlemekten keyif alıyor olabilir miyiz gerçekten?
Powell, film boyunca kızıl ve mavi tonlarını ustaca kullanarak bir rüya atmosferi yaratıyor. Mark’ın kamerasından görülen sahneler, izleyiciye kendisini iş başında bir röntgenci gibi hissettiriyor. Korku ile gözetleme arasındaki sınır giderek daha muğlak hale geliyor.
Filme Yönelik Eleştiriler
Filmin ilk gösteriminde eleştirmenler tarafından neredeyse linç edilmesi, belki de Powell’ın en büyük trajedisiydi. Film, birçok eleştirmen tarafından ahlaki değerlere tamamen aykırı ve hasta ruhlu bir yapım olarak damgalandı. Powell’ın kariyeri bu film yüzünden bir daha toparlanamayacak kadar zarar gördü.
Ancak yıllar geçtikçe, “Peeping Tom”un aslında dâhiyane bir başyapıt olduğu fark edildi. Martin Scorsese gibi bazı usta yönetmenler, filmi farklı bir bakış açısıyla yeniden inceleyerek “Peeping Tom”u sinema tarihinin en değerli yapımlarından biri olarak kabul ettiler. Film, sinemanın izleyici üzerindeki etkilerini, röntgencilik dürtüsünü ve insan psikolojisini ele alış biçimiyle övgüler aldı. Görüntü yönetimi, renk paleti ve kurgusuyla sinema dili açısından oldukça yenilikçi olduğu kabul edildi.
Öte yandan, filmin rahatsız edici teması ve baş karakterin empati uyandıran yapısı, bazı izleyiciler için fazla zorlayıcı bulundu. Özellikle 1960’ların ahlaki standartları içinde değerlendirildiğinde, filmin aşırı cüretkâr olduğu düşünülmüştü. Ahlaki açıdan sorunlu unsurlar barındırdığı için film, tehlikeli görüldü ve çok uzun bir süre boyunca popüler kültür tarafından göz ardı edilerek üzerine pek konuşulmadı.
Filmin tartışma yaratan noktaları, genellikle aşırı rahatsız edici doğasına odaklanıyor. Yapım, o dönemde tabu sayılan birçok konuyu cesur bir şekilde ele almıştı. Bu durum, izleyicinin konforunu zorlayan bir etki yaratmıştı. Özellikle film, katilin gözünden olaylara tanık olmayı zorunlu kılacak şekilde tasarlanmıştı. Bu yaklaşım, o yıllarda birçok izleyicinin rahatsızlık duymasına neden olmuştu.